Medya

Şirket Danışmanımız Sami Altınkaya'nın " Paranın eski patronu uyarıyor " başlıklı yazısı, 28.12.2020 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayınlandı.

Şirket Danışmanımız Sami Altınkaya'nın " Paranın eski patronu uyarıyor " başlıklı yazısı, 28.12.2020 tarihinde Dünya Gazetesi'nde yayınlandı.

Ekonomitube TV’de Merkez Bankası’nda 2006 ile 2011 yılları arasında görev yapan Durmuş Yılmaz’ı ağırladım. 2008 de yaşanan Amerika merkezli dünya krizinde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın başında Durmuş Yılmaz vardı. Yine bir kriz yaşıyoruz. Yüksek enflasyon, dolarizasyon ve döviz kurlarındaki belirsizlik, üretimde dışa bağımlılık ve artan sanayi enflasyonu. Tabii ki, durdurulamayan gıda enflasyonu.

Türkiye ekonomisi neden bu hale geldi? Betona dayalı üretim modeline ağırlık verirken, imalat sanayine dayalı üretimde yoğunlaşamadık. Yüksek teknoloji üretim ve ihracatımız yüzde üçler seviyesinde ve sanayide üretimi dijitalleştiremedik. Hammadde ve ara mamuldeki dışa bağımlılık maalesef sanayi enflasyonunu yüze 30’ların üzerine çıkardı. Öyle olunca artan üretim maliyetleri çarşı pazarda ürün fiyatlarına yansıdı. Özellikle enerjide alternatif enerji kaynaklarını geliştiremediğimiz için sanayide de üretim maliyeti arttı.

Bu yetmiyormuş gibi dış ticaret yapmak da pahalı hale geldi. Limanlardaki yüksek maliyetler hem zaman hem de para kaybetmemize neden oluyor. Ordino ve yük teslim belgesi gibi sonradan uydurulmuş bukalemun giderler yüzünden ekonomimiz her yıl 4 milyar dolar parayı kaybediyor.

Böyle bir ortamda paranın eski patronunun yaptığı en önemli uyarı, Merkez Bankası yönetiminin şeffaf bir şekilde, kendinden önce yapılanları halka anlatması gerektiği. Ayrıca eksi rezervin de hesabının verilmesini istiyor. Faiz artışının olumlu bulan Yılmaz, Merkez Bankası’nın ve ekonomi yönetiminin sabırlı olmasını öğüt veriyor. Dolar artık artmıyor deyip acele edilirse yine doların yükseleceğini söylüyor.

Durmuş Yılmaz, Merkez Bankası’nın yetkisini TBMM’den aldığını ve hesap vereceği tek kurumun da Millet Meclisi olduğunu vurguluyor. Yılmaz “Merkez Bankası bağımsız olmalıdır. Hükümete kendisini bu göreve getirdiği için sadece teşekkür eder. Hesabı da sadece meclise verir. Normal şartlarda Sayıştay denetimi dışında bulunan bankanın, bugün Sayıştay tarafından denetlenmesi gerekir. Mevcut para piyasaları kurulu, önceki başkan zamanında da görev yaptı. Bu kurul da rezervlerin erimesinin hesabını vermelidir” diyor.

Vatandaşın bankalardaki döviz tevdiat hesaplarının yüzde 28’den yüzde 56’ya çıkmasının nedenini vatandaşın milli parasına güvenmemesi olduğunu belirten Yılmaz, şeffaf bir yönetim ile halkın inancının yeniden sağlanabileceğini söylüyor.

Naci Ağbal’ın toplumun her kesimine politikaları anlattığı takdirde destek bulacağını belirten Yılmaz, iletişimin önemli bir ilaç olacağını, şeffaflık içindeki bir Merkez Bankası yönetiminin yurt dışına da güven vereceğini vurguluyor.

Bundan sonra asıl iş ekonomi yönetiminde. Lütfü Elvan’ın Tarım, Ticaret ve Sanayi bakanları ile bir araya gelip, üretimin artırılması ve ticaretin kolaylaştırılması için çalışması gerektiğini söylüyoruz. Bu mesele sadece Naci Ağbal’ın omuzlarına bırakılamayacak kadar önemlidir. Adalet Bakanı da bu ekipte yer alıp, Türkiye’de hukukun üstünlüğüne önce vatandaşı, sonra da dünyadaki yatırımcıları ikna etmesi gerekir.

Durmuş Yılmaz, beklenen büyük reform tam olarak uygulanırsa, Türkiye’nin eksi rezervlerinin ancak 5 yıl sonra artıya geçebileceğini söylüyor.

Ekonominin bir takım işi olduğunun altını çizen Yılmaz “Sorunların temelinde yönetim sistemi var. Hesap veren şeffaf bir yönetim ile sorunlar çözülebilir” diyor.

Siyasete girmekle hayatının hatasını yaptığını söyleyen eski başkan, Şu anda rutin toplantılara girmek dışında hiçbir katkısının olmadığını üzülerek dile getirdi.

Partiler üstü, yıllarını işine vermiş, tecrübeli bir ismin bu şekilde sözlerini tamamlaması ise üzerinde düşünülmesi gereken başka bir konudur. Siyaset kurumu maalesef araç olmaktan çıkıp araç haline gelmiştir. Tecrübeler de toprak olup gitmektedir.

Gümrük depolarının satıldığını duyan var mı?

Limanlardaki gümrükleme alanlarında ve kara gümrüklerinde bulunan geçici depolar daha önceden Devlet Demir Yolları ve Denizcilik İşletmelerine aitti. Limanların özelleştirilmesiyle birlikte 200’e yakın geçici depolama alanı da bazı firmalara taşere edildi. İşi dışarıya taşere etmek özelleştirmek demek değildir. Ticaret bakanlığına ve Gümrükler Genel Müdürlüğü’ne verilen yetki, işi kontrolünde, fiyatıyla, hizmetiyle hukuk ve kamu düzeninin sağlanması ile başka taşeronlara yaptırabilirsin anlamına gelir. Özelleştirme devlete para kazandırır. Bu ise her yıl 4 milyar doların yurt dışına çıkmasına neden oluyor. Bu para dış ticaret yapan tacirin cebinden çıkıyor.

Ancak limanlara gelen yüklerin teslimi öncesinde, geçici depolama alanlarında bekletilmesi konusu sıkıntı yaratıyor. İhracat gümrük işlemleri için mallar gümrük memurunun kontrolü için kanun emri ile bu geçici gümrüklü depolara indirilir. Ama depocular malınızı gönderebilmeniz için elledim, tarttım, paketi yırttım, palete koydum, çay ısmarladım gibi bir sürü para ister. Bu para 7 yıldızlı otelde kalmaktan pahalıdır.

Deniz ve kara gümrüklerinde bulunan geçici depocuların bu keyfi uygulamasına göz yuman gümrük idareleri, kanunun kendilerine verdiği yetkiyi kullanmıyor. Görüyorum ki herkes topu birbirine atıyor. Kimse depocuları karşısına almak mı istemiyor? Ortada çok garip bir durum var.

Gümrükler tarafından açılan bu depolar maalesef kendi kurallarını kendisi belirliyor. Şimdi sormak istiyorum;

►Gümrüklü depolar hangi şartlarda ve hangi şekilde özel sektöre devredilmiştir?

►Kamu doğrudan bu hizmeti verirken zarar mı ediyordu?

►Yoksa bu işletmeler kazançlı değil miydi? Kanunun emriyle verilen malınızı maalesef kanunun emriyle geri alamıyorsunuz. İşin kötüsü de bürokrasinin bu işi özelleştirme olarak görmesi ve yaşanan bu haksızlığa müdahale etmemesidir.

►Özelleştirmenin bir sürü bedeli vardır. Gümrüklerimiz bu devir sonrasında hangi ruhsat parasını almıştır?

►Cirodan ya da kârdan para alınmış mıdır? Bu iş özelleştirme olsaydı devlet de para kazanırdı. İşi havale edince vergisel zararlar da doğuyor.

Devletin en çok paraya ihtiyacı olan böyle bir dönemde, madem bu durum değişmeyecek. O zaman geçici depoları özelleştirelim. Böylece tacir de depoculara vermek zorunda bırakıldığı bu bedelleri, devletine öder. Kazanan şahıslar olmaz, doğrudan devlet olur. Geçici depocuların kazançlı olduklarını bugün tahsil ettikleri rakamlardan anlıyoruz. İçerik açısından yanıltıcı faturalar çıkartabiliyorlar. Hatta başka firmaların tahsilatçılığını yapabiliyorlar. Geçici gümrük depocular fiyatları da kendileri belirliyor. Bu bedeli de ödemeden malınızı çekemiyorsunuz. Gümrük vergisinden daha fazla paralar depoculara ödeniyor. Dış ticaret yapan tacirler, gümrük mükellefiyeti için mutlaka teslim edilmesi gereken bu gümrük depolarının insafına bırakılıyor. Özelleştirme kanunu harici bu kamu hizmetinin özelleştirilmesi ise tartışılmalıdır. Gümrüklerimizin şu anda içinde bulunduğu durum, kendi kanunlarına uymayan kamu dairesi görüntüsündedir. 4458 sayılı Gümrük Kanunu’nun 19. maddesi eşyanın teslimi konusunda, eşyanın tabi tutulduğu gümrük rejimi ile öngörülen amaçlar doğrultusunda gümrük idareleri tarafından ilgilisine teslimini; diyerek emanet edilen malın işlemlerin bitiminde kendisine teslimini gümrüğün sorumluluğuna vermiştir. Yönetmeliğin 130. maddesinde ise eşyanın nasıl teslim edileceğini açıklar. Ama gümrüklerimiz açtırdığı geçici gümrük depo işletmelerini ülke kanunlarına uygun çalıştıramıyor. Mahkeme kararları yok sayılıyor. Bunu yönetemeyen gümrüklerimizin gücü ise malını kanun gereği gümrüğe emanet eden dış ticaretçilerimize yetiyor. Eğer bu yapılamayacaksa o zaman kanunu değiştirin. Kanunla malınız depoya indirtilir. Depocu ve çevresine para kazandırır. Malını kurtarabilmek ise mükellefin sorumluluğundadır diyelim bitsin. Böylece kamu düzeni de sağlanmış olur. Kafalar karışmaz.