Çocukken seyrettiğimiz bilim kurgu filmlerinde ilk örneklerini gördüğümüz elektrikli, türlü çeşit ilginç özelliği olan ve en önemlisi de kendi kendine gidebilen arabalar diğer birçok ileri teknoloji cihaz gibi, hayatımızda yavaş da olsa yerlerini almaya başladılar. Aslında Amerika, Avrupa ve Asya’da bizde olduğundan çok daha hızlı ilerleyen bir süreç var ki, bu da son derece normal. Keza söz konusu ülkeler, bu tarz teknolojileri icat eden ve geliştiren ülkeler. Ayrıca elektrikli araçlar tek başlarına gelişme kaydeden cihazlar değiller. İçten yanmalı motorlara sahip araçların aksine verimli çalışabilmek için çok daha fazla çevresel birime ve altyapı oluşumlarına ihtiyaç duyarlar ve diğer teknolojilerle etkileşim halindedirler. Dolayısıyla bu tarz dönüşümlerin ve teknolojik uygulamaların da mucidi ve geliştiricileri aynı ülkeler olduğundan gelişmekte olan ülkelere göre elektrikli araç kullanımı daha hızlı bir artış göstermektedir.

Elektrikli araçları ön plana çıkaran en önemli faktör bildiğiniz gibi çevre duyarlılığı. Gelişmiş ülkeler çevrenin ve iklimin korunmasına büyük önem göstermekteler. Hatta 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması ile çevreyi koruma konusu AB’nin amaçları arasına dahil edilmiştir1. Ayrıca Küresel ısınma sorunuyla uluslararası düzeyde baş etmek için 1997 yılında Kyoto Protokolü imzalanmış ve 2005 yılında uygulanmaya başlanmıştır. Yine Dünya Standartlar Örgütü (ISO) tarafından sera gazları emisyonu ile ilgili ISO: 14064 numaralı standardı yayınlamıştır.

Tek sorun karbon salınımı değil elbette. Özellikle ticari ölçekte düşünülünce gürültü kirliliğinin de önemli faktörlerden biri olduğu su götürmez bir gerçek. EA’lar bu konuda da büyük bir adım olarak değerlendirilebilir. Bu araçlar o kadar sessiz ki, trafikte dikkat çekebilmeleri için izin verilen normlar dahilinde yapay olarak seslendirilmeleri gerekebiliyor.

Dolayısıyla elektrikli araçların kullanım alanı bireysel kullanım gibi dar bir alanda sıkışmayıp tam tersine ticari amaçlı kullanım için çok daha fazla önem arz ediyor keza lojistik ve tedarik zinciri sektörü büyük ölçüde karbon salınımı üreten teknolojilere bağımlı. OECD sistemi içinde hükümetler arası bir kuruluş olan Uluslararası Taşımacılık Forumu (ITF / International Transport Forum) tarafından yapılan bir araştırma, uluslararası ticaretle ilgili yük taşımacılığı sebebiyle oluşan CO2 emisyonu içten yanmalı motorlar tarafından oluşturulan toplam CO2 emisyonlarının yaklaşık % 30'unu ve küresel emisyonların % 7'sinden fazlasını oluşturduğunu ve yapılan projeksiyonlara göre bu durumun 2050 yılına kadar 4 katlık bir artışa ulaşacağını gösteriyor2.

Uluslararası ticaretteki büyüme, küreselleşme ve buna bağlı olarak uluslararası üretim süreçlerinin coğrafi olarak bölünmesi ile doğru orantılı olarak gelişmektedir. Lojistik ağlar, okyanuslar ve kıtalar arasında giderek daha fazla ekonomik merkezi birbirine bağladığından tedarik zincirleri de zaman içinde daha uzun ve karmaşık süreçler haline gelmeye başlamıştır. Değişen tüketici tercihleri ve yeni üretim gereksinimleri de uluslararası ticareti etkilemekte ve dolayısıyla taşıma modellerini de şekillendirmektedir. Bu durum ise daha sık ve daha küçük hacimli yük sevkiyatlarına ve sonuç olarak da daha az dolu konteynerlere, daha fazla boş taşımacılığa (bir istikamete yük taşıyarak giden tırın geri dönerken taşıyacak yük bulamaması dolayısıyla boş dönmesi -Vehicle Routing Problem ) ve hava taşımacılığı gibi hızlı, enerji yoğun nakliye talebinde artışa yol açtı. Taşımacılık sektöründeki araçların maruz kaldığı boş taşımacılığın ortalama %10 – 20 arasında olduğu değerlendirilmekte ve bu da sadece  %80’ e yakınının kullanıldığı anlamına geliyor ve bu oran üretici firmalarda %40 oranında boş taşımacılık ile neredeyse iki katına çıkıyor. Sonuçta lojistik sektörü, sadece kara taşımacılığı değil, hava, demiryolu veya deniz yoluyla yük taşımacılığı da itici güç için büyük ölçüde fosil yakıtına dayandığından, karbondan arındırılması en zor sektörlerden birisi olarak kabul ediliyor.

Uluslararası taşımacılık camiasında yer alan birçok organizasyon çeşitli modellemeler ve çalışmalar ile daha verimli sistemler geliştirmeye ve karbon emisyon hacmini düşürmeye çalışıyor olsalar da yukarıda da bahsettiğim gibi sektör sadece kara yolu taşımasından oluşmamakta ve tüm taşıma modları fosil yakıt tüketimine dayanmakta olduğundan bu çabalar karbon emisyon oranlarının azalmasını sağlasa dahi tamamen ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. Peki karbon salınımı tamamen ortadan kalkmayacaksa azalması uzun vadede dünya için ne kadar faydalı olacak?

Dünyanın kaç yıl ömrü kaldığıyla ilgili çeşitli çalışmalar, veriler mevcut ve bu rakamlar milyar yıllar ile ifade ediliyor. Bu kadar uzun süreler için ne kadarlık bir azalış faydalı sayılabilir? Karbon salınımını tamamen ortadan kaldırmak mümkün mü? Okuduklarımdan anladığım kadarıyla bu pek mümkün görünmüyor, insan var olduğu sürece tüketecek ve tükettikçe de karbon salınımı devam edecek. Sonuçta karbon salınımının yegane kaynağı fosil yakıt tüketen vasıtalar değil. Fosil yakıtları sadece araçlarımızda kullanmıyoruz, evlerimizde ısınmak için kullandığımız doğal gaz, kömür gibi yakıtlar da doğrudan karbon salınımının nedenlerinden biridir. Elektrik üretimi için de fosil yakıtlar kullanılmaktadır. Dolayısıyla gerek bireysel kullanım için gerek üretim kullanımı için talep edilen elektrik miktarı artıkça karbon emisyonu da dolaylı olarak artacaktır. Et üretimi, kimyasal gıdalar ve ithal gıdalar bu kategorideki en etkili faktörlerdir. Et üretimi için uygulanan süreçler, gıdaların işlenmeleri, kıyafet ve ayakkabıların üretim süreci, doğaya bırakılan atıklar ve kağıt, cam, plastik gibi atıkların geri dönüştürülmemesi, yeşil alanları koruyamamak ve çevre kirliliği ve ihtiyaçtan fazla tüketme alışkanlığı gibi bir çok farklı etmen vardır. Fakat bu farklı etmenlerin tek bir ortak noktası var, o da insan hayatının idamesi. Biz var oldukça karbon salınımı da olacak dolayısıyla madem yok edemiyoruz bari azaltalım ve hayata, denize atılan bir deniz yıldızının gözüyle bakalım.

Konuya geri dönecek olursak, yukarıda tedarik zinciri aktörlerinin çeşitli çalışmalarla verimliliği artıracak ve karbon salınımını azaltacak sistemler geliştirmek için uğraş verdiklerinden bahsetmiştik. Bu çabalardan biri de elektrikli araçların taşımacılık sektöründe kullanılması. Bunun sağlanması için çeşitli ülkelerde, yerel hava kalitesini iyileştirme girişiminin bir parçası olarak, modern şehirler, araç filolarını EA'lar gibi alternatif teknolojileri benimsemeye teşvik ediyorlar. Bunun için çeşitli yöntemler uygulanıyor örneğin şirketlere karbon ayak izlerini azaltmak için verilen teşvikler veya EV satın alma maliyetini düşürmek için devlet sübvansiyonlarının mevcudiyeti gibi. Tabii bu konuyla ilgili tüm veriler ve uygulamalar dolayısıyla verilen örnekler gelişmiş ülkeleri yansıtmaktadır. Peki bizde durum nasıl diye sorarsanız hiç yorum yapmadan 02 Şubat 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 3471 no’lu CB kararını okumanızı önerebilirim. Karar, elektrikli araçların ÖTV oranlarını yeniden belirliyor. Karar kapsamında EA’lardaki ÖTV oranı; elektrik motor gücü 85 kW'ı geçmeyenlerde, yüzde 3'ten yüzde 10'a, motor gücü 85 kW'ı geçen fakat 120 kW'ı geçmeyen araçlarda yüzde 7'den yüzde 25'e, motor gücü 120 kW'ı geçen araçlarda ise yüzde 15'ten yüzde 60'a yükseltildi. Buna rağmen bizde de kargo şirketlerinde çok adetli olmamakla birlikte EA’lara geçiş başlamış durumda.

Yukarıdaki örneklere dikkat ettiyseniz söz konusu araçlar ticari araç segmentlerinde küçükten büyük segmente kadar mevcut olan araçlar. Eksik olan ise uluslararası taşımacılıkta kullanılan kamyon, tır çekicisi gibi ağır vasıtalar. Bunun örneğini şimdilik bulamıyoruz ama önde gelen otomotiv üreticilerinin bu yöndeki çalışmalarına sıklıkla denk gelmek mümkün.

Yine yurt dışına dönecek olursak ağır vasıta segmenti için burada da durum şimdilik bizdekinden farklı değil. Yazının başında EA kullanımı için sadece aracı satın almanın yetmediğini, bu araçların çevresel birimlere de bağımlı olduğunu belirtmiştim. EA’ların en büyük zaafı şarj edilmelerinin gerekmesi ve bu şarj sürelerinin ticari gerekliliklere uymayacak kadar uzun olması. 2018 yılında UPS bu konuyla ilgili bir adım atarak Londradaki filoları için bir şarj sistemi geliştirdi. Yerinde enerji depolama ve akıllı şebeke teknolojisi kullanımı ile UPS, araçların gece boyunca şarj edilmesini ve enerjinin gün boyunca lojistik operasyonları için kullanılmasını planlıyordu.

Ağır vasıtalar için atılan adımlar için ise İsveç’ten bir örnek vermek mümkün. Birkaç yıl süren denemelerin ardından İsveç’in kuzey kısmında eOtoban adını verdikleri bir sistem geliştirdiler. Özel olarak dizayn edilmiş araçlara yukarıdan kablo ile elektrik vermek suretiyle çalışan bu sistem aslında elektrikli trenlerdeki sisteme benzemekte. Eminim yaşı bana yakın ve benden daha büyük olanlara çok tanıdık gelmiştir bu tasvir. Evet, troleybüslerden bahsediyorum. Troleybüsler ilk olarak 1947 yılında, Ankara’da kullanılmaya başlanmış, sonra sırasıyla 1954 yılında İzmir’de ve 1961’de İstanbul’da hizmete girmiş olup, 1992 yılında, İzmir’de kullanımına son verilmişti.

Enerji kullanımındaki verimlilik ve esneklik açısından EA'ların avantajları daha yüksek beklentiler içeriyor olsa da, yukarıda da belirttiği gibi EA teknolojisinin an itibariyle aşağıda özetlenen önemli zayıf noktaları vardır. Bunları özetleyecek olursak;

  • İYMA'ların yakıt verimliliğine kıyasla pillerin düşük enerji yoğunluğu
  • İYMA'larda bir tanka yakıt doldurmanın nispeten hızlı sürecine kıyasla EA pillerinin uzun yeniden şarj süreleri
  • EA pilleri için halka açık ve / veya özel şarj istasyonlarının azlığı

EA’ların kullanım oranlarının ülkemizde düşük olduğundan bahsetmiştim. Benzer şekilde dünya genelinde de durum ilk zamanlarda aynı idi. Aşırı pil fiyatları ve çok kısa sürüş mesafeleri nedeniyle EA'lar başarısız oldu.

2011 yılında üretimine başlanan ve 2012 yılında satışa sunulan Türkiye’nin ilk elektrikli arabası Renault Fluence Z.E’yi hatırlarsınız. Peki aradan geçen bunca yılda yollarda daha fazla görmemiz gerektiği halde neden 2013 yılında üretimi durdu, neden sadece 215 adet satıldı? Cevap arabayla ilgili temel bilgilerde gizli olabilir.

Elektrikli araçlar için altyapı sorununun çözülememesi yani yeterince şarj istasyonunun kurulamaması en büyük sıkıntı oldu. Uzun süren batarya şarj süreleri ve kısa menzil de satışları olumsuz etkiledi. Elektrikli Renault Fluence evdeki 220 voltluk prizle 6-8 saatte şarj edilebiliyordu ve tam şarjla 185 kilometre yol kat edebiliyordu. Arabayı almakla iş bitmiyor, elektrikli aracı satın alanlar batarya için ayrıca aylık 83 Euro kira bedeli ödemek durumunda kalıyordu. Ayrıca pilin ağırlığı ve boyutu da başka bir dezavantaj olarak değerlendiriliyordu.

Bireysel kullanım için öne çıkan bu problemleri bir de ticari ağır vasıta ölçeğine taşıdığımızda sorun da aynı şekilde büyüyordu, özellikle uzun şarj süreleri ve bunun mukabilinde nispeten düşük menzil mesafesi lojistik sektörü gibi zamanla yarışılan bir sektör için ciddi olumsuzluk anlamına geliyordu.

Günümüzde ise otomotiv sektöründeki AR-GE süreçleri sayesinde bu sorunların boyutu önemli ölçüde azalmıştır. Özellikle de geçmişinde otomotiv tecrübesi olmadığı halde bu alanda büyük ses getiren Tesla’nın sahne alması ile EA’larla ilgili gelişmeler oldukça hızlandı. Dolayısıyla her ne kadar konvansiyonel İYMA'ların EA'larla değiştirilmesi, mevcut maliyet koşulları, giderek daha uzun ömürlü pillerin bulunabilirliği göz önüne alındığında çoğu işletim senaryosunda karlı olmasa da, artan yakıt maliyetleri ve EA’ların satın alma maliyetlerinin azaltılması için uygulanan teşvikler orta ve uzun vadede resmi değiştirebilir. Kaldı ki Elon Musk sadece binek otomobil pazarını hedeflemiyordu, her türlü vasıta üretim planlarının içindeydi dolayısıyla ağır vasıta sektörüne de girmek istiyordu. Bu amaçla ürettiği Tesla Semi beklenen hareketliliğe vesile oldu.

Amerikan zincir mağazalar devi Walmart 2017 yılında, Kanada operasyonlarında kullanılmak üzere satın aldığı 15 adet Tesla Semi kamyon ile başlattığı sıfır emisyon hedefi doğrultusunda sağlam adımlarla ilerliyor. Walmart’ın filosunda an itibariyle 130 adet Tesla Semi bulunduğu bildiriliyor. Firma bu hedef kapsamında 2022 sonuna kadar araç filosunun %20’ni, 2040 yılına kadar ise tamamını EA’larla değiştirip, 0 karbon salınımı ile iş yapar hale gelmeyi planlıyor ve firma yetkilileri bu dönüşüm için öngörülen yatırım maliyetinin 2.6 milyar dolar olduğu bilgisini veriyorlar.

Bu kararın alınmasında Tesla Semi’nin, yukarıda bahsedilen zaaflardan çok uzak bir yapıya sahip olması da büyük bir etken tabii. Özellikle de tek bir şarj ile 800 km kat edebiliyor olması bu dönüşümün önünü açan en önemli etken. Tesla Semi’nin çok iddialı olan başlıca özellikleri şöyle;

  • Tam yüklü ağırlıkla ve otoyol hız limitleri dahilinde km başına 1 kilowat saat civarındaki tüketim dizel motorlara oranla işletme maliyetlerinde muazzam bir tasarruf sağlıyor
  • 800 km’lik menzil, tek bir şarj ile kamyonun tam yüklü ağırlıkla ve otoyol hız limitleri dahilinde seferini tamamlamasını sağlıyor.
  • 36 Tonluk yük hacminin tamamı dolu olduğu halde 0 – 100 km hızlanması 20 saniyede tamamlanıyor. Bu güç aynı zamanda %5’lik eğime sahip yollarda saatte 105 km sabit hızla yol almasını sağlıyor ki bu rakam dizel kamyonlar için 70 km/saat.
  • Rejeneratif fren teknolojisi, kinetik enerjinin yüzde 98'ini aküye geri kazandırıyor.
  • Aracı çevreleyen kameralar ve sensörler nesne algılamaya yardımcı oluyor ve kör noktaları en aza indirerek sürücüyü güvenlik tehlikeleri ve engellere karşı otomatik olarak uyarıyor.
  • Otomatik acil durum freni, şeritte kalmayı sağlayan şerit takip sistemi, şeritten çıkma durumunda şoförü uyaran şerit ikaz sistemi gibi sürüş güvenliğini arttırıcı bir çok yardımcı sistemin varlığı olası kaza riskini çok düşük seviyelere indirgiyor.
  • Geleneksel kamyonlara göre sayısı binlerle ifade edilebilecek adetlere varan daha az küçük ve oynar parça kullanımı sayesinde bakım ve idame maliyetleri önemli ölçüde azalıyor.

Pazarın potansiyel içeren gelişimi ve EA’ların hızlı gelişimi diğer üreticilerin de bu yöndeki çalışmalarının hızlanmasına yol açıyor. Daimler, Transpower, Cummins gibi üreticiler bunlardan sadece bir kaçı.

Teknoloji geliştikçe EA’ların kullanım alanı da genişliyor ve sadece kara yolu taşımacılığı ile sınırlı kalınmayacağı anlaşılıyor. Nitekim Alman üretici Siemens’in üretim çalışmalarına 2017 yılında başladığı dünyanın ilk elektrikli araba ve yolcu taşıyan feribotu Amper (Ampere), Norveçte, Norveç’li denizyolları işletmecisi Norled firmasının filosu dahilinde çalışmakta ve belirtildiği kadarıyla dizel motorlu geleneksel arabalı vapurlara oranla %60’lık yakıt tasarrufu sağlanmış durumda. Biraz araştırdığınızda bu konuya eğilen başka üreticilere de rastlamak mümkün. Örneğin Hollandalı Damen firması bunlardan sadece bir tanesi.

İşletme giderlerinden yapılan tasarruf, çevre kirliliğinin azalması yönündeki büyük adımlar pırıl pırıl parlıyor. Fakat bu pırıltının kamaştırdığı gözler acaba bazı gerçekleri gözden kaçırıyor ya da görmezden geliyor olabilir mi?

EA’ların iyi özelliklerini ve avantajlarını vurgulayan birçok makale bulmak mümkün, ancak EA’ların üretiminin ve artan elektrik talebinin düşündürdüğü diğer detay olan elektrik üretiminin çevresel etkisini değerlendiren, EA kullanımı’nın avantajları ile EA ve elektrik üretiminin dezavantajlarının mukayesesini gösteren bir çalışmaya rastlamak pek mümkün olmuyor. Benzer şekilde, İYMA kullanan şirketler ile EA'ları kullanan şirketler arasında karbon ayak izi karşılaştırması yapan bir çalışmaya da rastlamadım.

Dolayısıyla işin karanlıkta kalan bu kısmı ile ilgili derleyebildiğim bilgiler doğrultusunda biraz da akıl yürüterek – keza mühendis ya da bilim insanı değilim- sizleri aydınlatmaya çalışacağım.

 “Yaşam Döngüsü” kavramını duydunuz mu? Yaşam Döngüsü, bir ürünün, servisin veya bir prosesin hammaddelerinin elde edilmesinden başlayarak, işleme, üretim, kullanım, yaşam sonu ve ber tarafına kadar tüm yaşam döngüsü boyunca çevresel etkilerinin hesaplanması olarak tanımlanabilir ve ISO 14040/44 standartlarına göre analiz edilmektedir.

Elektrikli arabaya geri dönelim, siz satın aldınız ve kullanmaya başladınız ama yaşam döngüsü burada başlayıp bitmiyor ki, bu açıdan konuyu üç ana başlığa ayırabiliriz;

1 – Arabanın yakıtı olan elektriğin de üretilmesi gerekiyor : 2017 verileri itibariyle elektriğimizin %33’nü kömürden, %30’nu da doğalgazdan üretmişiz (nükleer santral projelerini söylemiyorum bile). Enerji Ekonomisi Derneği Başkanı Prof. Dr. Gürkan KUMBAROĞLU’nun yaptığı bir açıklamadan elektrik üretiminden kaynaklı karbondioksit emisyonunun 741 g/kWh üstüne çıkması durumunda elektrikli araçların çevreye zararlı hale gelebileceğini öğreniyoruz. Yapılan bir araştırmaya göre elektrikli bir aracın dizel bir araca göre emisyonu sadece 3’te 1 oranında bir iyileşme sağlıyor3.

2 – Arabanın sürüş ergonomisi : Peter Achten ve Victor Timmers isimli iki bilim insanı, herhalde benim gibi elektrikli arabaların gereğinden fazla büyütüldüğünü düşünmüş olmalılar ki bir araştırma yapmışlar. Buna göre ilk tespitleri şu; elektrikli araçlar pille çalıştıkları için normal araçlara göre yaklaşık %24 oranında daha ağırlar. Buradan hareketle elektrikli araçların normal yakıtlı araçlara göre sadece % 1-3 arası verim sağladığı sonucuna varmışlar4.

3 –Pil teknolojisi, üretiminin de ber tarafının da çevreye zararlı olduğu bir teknoloji, en basit kalem pilleri bile çöpe atmamamız, bunun için özel üretilmiş kaplara koymamız ve geri dönüşüm firmalarına iletmemiz gerekiyor. Kaldı ki laptop, cep telefonu pili gibi daha kapasiteli bataryaların üretimi ve geri dönüşümü de oldukça sorunlu. İsveç Çevre Araştırma Enstitüsü ve İsveç Enerji Ajansının, yaşam döngüsü açısından lityum iyon pillerin iklim üzerindeki etkilerini araştırdığı bir çalışmada pil üretiminin yüksek emisyonlara neden olduğu tespit edilmiş. Pildeki her kilovat-saatlik depolama kapasitesi için fabrikada 150 ila 200 kilo karbondioksit emisyonu oluştuğu tespit edilmiş, rakamsal örnek vermek gerekirse, Nissan Leaf yaklaşık 30 kWh, Tesla Model S ise 100 kWh kapasiteli pille donatılmış durumda. Yani daha bu araçları kullanmaya bile başlamadan pillerin boyutlarına bağlı olarak Leaf için 5.3 ton, Model S için ise 17.5 ton karbondioksit salınımı söz konusu oluyor.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkün, yaşamdaki diğer her şeyde olduğu gibi burada da bir denge söz konusu. Ne yaparsak yapalım, var olduğumuz, ürettiğimiz ve tükettiğimiz müddetçe karbon ayak izimiz olacak. Bunu tamamen ortadan kaldırmak da pek mümkün görünmüyor, ama azaltmak mümkün. Bu hedefe giden yolda birçok altyapı değişikliğinin gerçekleştirilmesi gerekecektir, ayrıca bahsettiğim tüm gelişmeler yurt dışında kaydedilen gelişmeler. Bunun Türkiye pazarına yansıması ne kadar sürer, ne kadar verimli olur tahmin etmek güç. Ancak evrim ve yenilik kaçınılmazdır. Otomobil üreticileri zaten hali hazırda dizel motorlu araçların üretimini durdurma kararı aldı. Bir çok ülke de yakın gelecekte dizel araçların trafiğe çıkmasını yasaklayacak düzenlemeler üzerinde kararlı bir şekilde çalışıyorlar. Otomotiv sektöründeki ilerlemeler ile birlikte, drone teslimat hizmetleri ve otonom sürüş teknolojisi bireysel tüketim alışkanlıklarımızı yönlendirmeye başladı bile. Tedarik zinciri ve lojistik alanını da geleceğe taşıyacağını söylemek hayalperestlik olmayacaktır.

1(Lavrysen, 2002:19) (Lavrysen, Luc. (2002). Environmental Law Syllabus, Ghent University. Belçika, 49s.Mathews,Tuchman Jessica. (1991). Preserving The Global Environment. Norton Company: New York.)

2(The Carbon Footprint of Global Trade / ITF)

3https://www.milatgazetesi.com/arsiv/elektrikli-otoda-sasirtan-tablo-hic-de-sanildigi-gibi-degil/haber-151013

4http://adsabs.harvard.edu/abs/2016AtmEn.134...10T).